18 Haziran 2016 Cumartesi

SANA SORARIM BAYIM?

   İçimizde kelebeklerin uçuştuğu, yerimizde duramadığımız yıllardı… Birbirimiz için her türlü fedakarlığı göze aldığımız aylardı… El ele tutuştuğumuzda, sımsıkı sarıldığımızda ne bu dünyada ne de öbür dünyada asla ayrılmayacağımızı sandığımız günlerdi… Ama ne o yıllar ne o aylar ne de o günler kaldı. Sadece geriye kalan pişmanlıklar oldu bayım…
   
   Kim sanırdı ki mutlu son ile sonlanacağına inandığımız bu aşkı kendi ellerimizle mahvedeceğimizi. Sana sorarım bayım kim sanırdı? Sen sanır mıydın ya da ben? Aklımızın ucundan bile geçer miydi böyle olacağı?

   Gözlerimi kapıyorum, hayaller değil de gerçekler konuşuyor. Birlikte yaşadığımız o zamanlar konuşuyor. Benden senden hesap soruyorlar. Neden diyorlar, neden, böyle olmak zorunda mıydı diye soruyorlar. Aşkla bakan o bakışlarınız her biri yalanda mı ibaretti diye soruyorlar. Birbirinize sarıldığınızda o hissettiğiniz sevgiyi, güveni özlemiyor musunuz diye soruyorlar. Hepsine bizim için cevap verebiliyorum da bayım, bir soruya senin için cevap veremiyorum. Belki senin kollarında aşkla gözlerinin içine bakarken kolaylıkla cevap verebilirdim. Ama şimdi dilim varmıyor bayım varmıyor… Soruyorlar, birbirinizden ayrıldınız peki iki seven insan bu kadar uzun ayrılığı kabullenir mi? Hiç birbirinizi sevmediniz mi? diyorlar. Ben çok sevdim bayım o bakışını, o kokunu, o gamzen çıkararak bana koşup sarılmanı en çok da o saf kalbini… Peki sana sorarım bayım sen beni sevdin mi?

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                     

1 Mayıs 2016 Pazar

MONA ROZA

   Mona Roza Tek Gül anlamına gelir. Bir rivayete göre... Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanır... Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz… Bir gün cesaretini toplayıp aşkını Muazzez Hanıma arz eder… Fakat reddedilince çok üzülür… Okullar tatil olur… Muazzez Hanım Geyve´de yazlıkta kalmaya başlar... Sezai Karakoç'ta tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaya başlar... Her gün karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisini seyreder… Ona şiirler yazar. Mona Roza şiirinin her kıtasının baş harflerine dikkat edersek Muazzez Akkayam ismi ortaya çıkar. Gel zaman git zaman… Okul biter ve mezuniyet töreni yapılır... Mezuniyet törenindeyse Sezai Karakoç Mona Roza şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder. Ve tam 3 kez Sezai Karakoç bu şiiri art arda okur. Sahneden tam ineceği sırada Muazzez Hanım koşarak yanına gelir ve ona hala teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç senin aşkın artık benimkine yetişemez der ve hayır cevabını verir Muazzez Hanım bayılır. Ertesi gün ise Muazzez Hanımın intihar ettiği duyulur. Sezai Karakoç hala evlenmemiştir... Sezai Karakoç'un MONA ROZA şiiri;

Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor
Mona saat on ikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

 Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

Sezai Karakoç


27 Nisan 2016 Çarşamba

MUTSUZ ÇOCUKLAR ÜLKESİ

‘’Süper Baba'nın müziğini flütle çaldığımız günlerde çok enteresan çocuklardık, Tsubasa izlerken çarpan kalbimiz, banyo sonrası Bizimkiler dizisi... Hayatın seyrinde güzel bir yolculuktaydık, önce hüpleten sonra gümleten felsefemiz, can sıkıntısının artan yoğunluğunda uhuyla geçirdiğimiz zamanlar, amacımız basitti yani: Masumluk... Amma velakin çok masumduk!’’
   
   Mutsuz Çocuklar Ülkesi. Ne güzel koymuş ismini yazar. Bence çok haklı. Bu zamanda hangi çocuk mutlu, önüne dünyaları sersen neden buraya serdin de şuraya sermedin diye sorgular. Ama eskiden öyle miydi? Bir çocuğun yanına gofretle gittin mi dünyalar onun olurdu. Hadi gel ip atlayalım, maç yapalım, dokuz taş oynayalım dedin mi havalara uçarak gelirdi yanına. Tsubasa, pokemon izleyelim dedin mi gözleri fal taşı gibi açılırdı. Eskiden çocuklar mutlu olmayı biliyordu. Çünkü tablet yoktu telefon yoktu ellerinde. Arkadaşlarıyla bir yana geldiklerinde sohbet etmekten zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorlardı. Ama şimdi herkesin gözü telefonda yanı başında ki dostuyla değil de taa bilmem nerde arkadaşıyla mesajlaşmayı tercih ediyor.

   İşte bu kitap insanın düşlediği ama geri dönemediği geçmişini anlatıyor. Ve bana göre de bu kitap insanın dönüm noktası olabilir. Çünkü okuyan kişiye ‘ Vay be eski günler nasıl da güzelmiş, nasıl da mutluyduk’ dedirtecek ve de neden bu hale geldik neden eski mutluluğumuz kalmadı diye insanı düşündürecek. Sizlere Özgür Bacaksız’ın yazdığı bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Hem eğlenerek hem de düşünerek okuyacağınız bir kitap olması dileğiyle…

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                     10-B

26 Nisan 2016 Salı

PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ

   Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV), tüm Müslümanların en sevdiği, en önemsediği ve değer verdiği insandır. Sadece kendi döneminde yaşayan insanlar için değil, tüm dünya için en güzel örnektir. Sadece peygamber seçildiği için değil, kendi iradesi ile mükemmel bir insandır. Peygamberimizin, henüz elçi olarak seçilmeden önceki hayatında da son derece güvenilir, ahlaklı, dürüst olması, bu durumun en büyük göstergesi ve kanıtıdır.

   Her Müslümanın kalbinde büyük bir Hz. Muhammed sevgisi vardır. Onu hiç görmemiş olsak bile ona karşı derin bir sevgi ve saygı duyarız. Ondan kalan bir hırka bile gözyaşlarına boğulmamız için yeterlidir. Hepimiz, ona olan sevgimizi göstermek için onun yolundan gider, onun sünnetini uygulamaya çalışırız. Onun gibi konuşur, onun gibi yer, onun gibi uyuruz. Onun yaptığı ne varsa, hepsini güzel ve faydalı buluruz, bizler de aynı şekilde davranmak için büyük gayret sarf ederiz. Hz. Muhammed, İslam'ı, güzel ahlakı, hak, hukuk ve adaleti yaymak için büyük cefalar çekti. Mekke müşriklerinden nice işkenceler gördü. Ancak yolundan asla dönmedi. Ölümü bile göze alıp hak bildiği yoldan ilerledi ve neticede hepimize bizim için nur olacak olan İslam dinini bıraktı. Hz. Muhammed, peygamber olmanın ayrıcalığını da dünyada asla görmedi. Allah, onu bile en zor imtihanlardan geçirdi. Dünyanın belki de en kötü acısı olan evlat acısını Hz. Muhammed Mustafa, defalarca yaşadı. Ölümünü görmediği tek kişi kızı Hz. Fatıma oldu. O bile, peygamberimizden sonra ancak altı ay yaşayabildi. Bu kadar çileli bir hayatının oluşu, ona olan saygı ve sevgimizi bir kat daha artırır. İstese saraylarda, mal mülk, zenginlik içinde yaşardı; fakat o, hiçbir zaman bunları, dünyevi zevkleri tercih etmedi. Onun istediği tek şey Allah'tı. Allah'ın huzuruna daha güzel bir şekilde çıkmak ve ümmetini de çıkarmaktı. O, bizim için bu kadar cefa çekmişken bizim onu sevmememiz mümkün mü?

   Ender şahsiyet olan peygamberimizi seviyorsak, İslam ahlakına uygun bir şekilde yaşamalı, Allah'ın emir ve yasaklarına uymalıyız. Peygamberimizin sünnetinden asla ayrılmamalı, onun hayatını kendimize model almalıyız. İnsanları daima sevmeli, barıştan yana olmalıyız. İbadetlerimiz asla terk etmemeli, yetimlerin hakkını gözetmeliyiz. İşte o zaman, Hz. Muhammed'i gerçek manada sevmiş oluruz.

11 Nisan 2016 Pazartesi

GÖKÇEADA

   Gökçeada (İmroz) Çanakkale'ye bağlıdır. Ülkemizin en büyük adasıdır ve Türkiye'nin en batısındadır. Dokuz tane köyü vardır: Dere köy, Tepe köy, Şirin köy, Bademli, Kale köy, Şahin köy, Uğurlu köy, Eşelek, Zeytinlik. Özellikle Dere köy Türkiye'nin en büyük köyüdür. Zeytinlik, dibek kahvesi ve muhallebisiyle meşhurdur. Taştan yapılan evleri görülmeye değerdir. En eski Rum yerleşim yeri Bademli’dir. O dönem kullanılan çamaşırhaneler hâlâ görülebilir. Çınar ağaçları çok yaşlıdır. (Yaklaşık 1.000 yıllıktır.) Tepe köyde ağustosta şenlikler düzenlenir. Tepe köyden bakılınca Yunan Adaları görülebilir. Kale köy en kalabalık köydür. Hediyelik eşya satılan pazarı vardır. Uğurlu köyde taze balık alabileceğiniz liman vardır. Ben Şirin köyde kalmıştım. Kışın Şirin köyde en fazla 15 kişi varken yazın kalacak yer bile zor bulunur.

   Eskiden burası Rumlarınmış. Adı da İmroz'muş. Burada çok fazla gezilecek yer vardır. Peynir kayalıkları Kuzu Limanı'ndadır. Üst üste sıralanmış peynir kalıplarını andıran ilginç kayalıklarıyla dikkat çeker. Adaya karayoluyla gidilemez. Ancak bir tekne kiralayıp denizden görebilirsiniz. Marmaros Şelalesi eşsiz güzellikte bir doğa harikasıdır. Ancak ulaşımı çok zordur. Ormanın içinden geçip arabanızı bırakıp epey yürümeniz gerekiyor; ama görülmeye değer. Kaya mezarı, kaya içine oyulmuş iki kişilik bir mezardır. Hangi dönemden kaldığı bilinmiyor. Buraya yürüyerek gidilebilir. Tuz Gölü'nde yazın suların çekilmesiyle kalan tuzların altında çamur oluşur. Siyah renkli olan bu çamur, cildi yumuşatır, birçok hastalığa iyi gelir. Aynı zamanda göç eden pelikan, flamingo gibi hayvanlara ev sahipliği yapar.

   Gökçeada'da birçok spor yapılır. Rüzgâr sörfü, yamaç paraşütü, avcılık, dalışlar, yüzme, dağ ve kır gezisi… Avcılığa merakı olanlar için de avcılık derneği vardır. Keklik, tavşan, yaban ördeği, çulluk gibi birçok av hayvanı vardır; ancak vahşi hayvan türleri yoktur.
   
   Gökçeada'da birçok koy vardır.     Yıldız Koy, bunların en güzel olanlarındandır. Yıldız Koy'dan başlayıp Yelkenkaya'ya kadar olan kısım su altı güzelliklerinden dolayı TÜDAV tarafından Su Altı Milli Parkı olarak ilan edilmiştir. Bu park Türkiye'nin ilk ve tek su altı millî parkıdır. Doğal yapısıyla dikkat çeken Laz Koyu hoşça vakit geçirebilecek bir kumsaldır.

   Ada, genelde dağlıktır. Adanın en yüksek yeri olan Doruk Tepe altı yüz yetmiş üç metredir. Dereleri yazın kurur. Akarsu yoktur. Akdeniz iklimi görülür. Büyük kısmı tatlı sulardan oluşur. Sadece denizden taşan sulardan oluşan Tuz Gölü, tuzlu sudur.

   Kısacası, doğal güzellikleriyle dikkat çeken Gökçeada, gezmek ve doğayla baş başa kalmak için harika yerdir.

6 Nisan 2016 Çarşamba

BAŞPARMAK

   İnsanın en asil uzvu hangisidir? diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: Dimağ! Hâlbuki dimağdan daha yüksek ve hattâ insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir mevkiye çıkaran dimağ değil, sadece elinin başparmağı imiş. Başparmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki in­sana unsurlar üzerinde üstünlük imkânını veriyor. Bunu söyleyen tabiat tarihi ilmidir.

   Gerçekten birçok hayvanların parmakları yoktur, parmakları teşek­kül etmiş olanlarda ise başparmak, insanda olduğu gibi elin diğer par­maklarıyla uyuşmadığından faydalı bir iş görecek vaziyette değildir.

   İlk insan, zekâsıyla değil, sırf elinin biçimi sayesinde taştan bir balta yapmağa muvaffak olarak ağaç dallarını kesmiş ve mağara dışın­da, güneş ve gökyüzü altında, ilk mimarî eseri yaratabilmiştir. İnsan me­deniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. Dağda, çölde ve or­manda hayvan olarak kalan yaratıkların hepsi başparmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve netice­de bir medeniyet kurmağa muvaffak olamamıştır.

   Başparmak, insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten son­radır ki, dimağ, kemik mahfazasında tabiî uykusundan silkinerek konuş­maya başlamış ve belki insan işlerine karışması faydadan ziyade zarar vermiştir.

   Aklın başparmağa nazaran esaret veya galibiyetine göre medeni­yet ilerlemiş veya gerilemiştir. Bütün taş ve demir sanayii başparmağın, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekânın eseridir. Ortaçağı akıl, bugünkü Amerika'yı ise başparmak yapmıştır.

   Bizde de başparmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin Kutsi bir vazifesi olmalı.

                                                                                                               Ahmet HAŞİM

5 Nisan 2016 Salı

GÜL CEMALİNİ SEYRE DOYAMADIĞIM...

   Her şey onu ilk gördüğümde başlamıştı. Herkesin gözü üzerinde olan, masallardan çıkıp da buralara gelivermiş bir kızdı. Ne var ki bu güzelliği yüzünden herkes tarafından tanınıyor ve en küçük bir şey yapsa laf söz oluyordu. Benim de gönlüm gide gide bu yara vuruldu. Ama o beni görmezdi. Aslında beni hiç kimse görmezdi. Üstüm başım pis diye, yırtık diye beni horlarlardı. Bende uzaktan uzağa onun gül cemalini seyrederdim.

   Günlerden bir gün yar kapıya çıktı bembeyazlar içinde. Gönlümde fırtınalar koptu. Sanki bembeyaz gelinliğini giyinmiş de bana doğru geliyormuş gibiydi. Tabi benim gibi düşünen başkaları da vardı; dedikoducu kocakarılar. Kız oradan geçerken hemen laf attılar.  O da çok utanmıştı -boş yere utanmıştı güzel yüzlüm- Koşa koşa eve gitti. Birkaç saat sonra yine çıktı ama bu sefer siyahlar içinde idi. Yine de çok güzeldi. Ama eli entarisinden bir türlü düşmedi. Çünkü yürüdükçe toz tanecikleri konuyordu entarisine. Yarımda entarisi kirli gözükmesin diye silkeliyormuş. Ben de onun karşına çıkıp; ‘Gel bunları boş ver, uğraşma bunlarla. Kaçalım gidelim buralardan. Bir an önce muradımıza erelim’ demek geldi fakat diyemezdim sadece hayal edebilirdim. Bir gerçek vardı ki hayal kurmak parayla değil. O zaman ben istediğim gibi hayal kurarım dedim, hayallerime devam ettim. ‘Ya benimle kaçmak isterse, elinde bohçası bana doğru salına salına gelirse, ne güzel olurdu kim bilir… Ama beyaz giyinmesin o kocakarılar hemen tanır, anlarlar benimle kaçtığını. Zaten bende de talih yok alıverirler elimden hemen onu. Ya sonra da koyarlar kapısız bir kaleye etrafında da alçak ceviz dalları, sararlarsa yolları nasıl gül cemaline seyre doyamadığıma kavuşacaktım?'

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                      

2 Nisan 2016 Cumartesi

YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR


    Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
   Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
   Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

   İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
   Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
   Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
   Kopmaz kökler salmaktır oraya

   Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
   Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
   Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
   Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

   İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
   Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

   İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

   Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
   Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
   Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

   Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
   Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
   Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
   Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

   Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına    
   Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
   Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

   Ataol BEHRAMOĞLU


1 Nisan 2016 Cuma

BİR ELMANIN HESABI

   Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Ebu Hanife’nin babası Numan bin Sabit, gençliğinde bir gün ark kenarında abdest alıyordu. Tam abdest almaya başlayacağı zaman ark sularına kapılıp gelen bir elma gördü. Elmayı nereden geldiğini ve haram veya helal olup olmadığını düşünmeden bir defa ısırdı. O ana kadar elmanın ne olduğunu düşünmeyen Numan bin Sabit, hemen hata ettiğini ve mutlaka elmanın sahibini bulup helal ettirmesini lazım geldiğini düşündü. Abdestini alıp namazını eda ettikten sonra suyun geldiği tarafa doğru gitmeye başladı. Elma elinde olduğu halde araya araya elmanın düştüğü bahçeyi ve sahibini buldu.

   Bahçenin sahibine meseleyi anlatıp elmayı yanlışlıkla ısırdığını ve hakkını helal etmesini istedi. Numan bin Sabit’in bu hareketi, elma sahibinin dikkatini çekmişti; hakkını helal edemeyeceğini, hakkını helal etmesi için bazı şartları olduğunu söyledi. Nu'man Numan bin Sabit, ne isterse yapacağını, yeter ki hakkını helal etmesini isteyip şartının ne olduğunu sordu. Elma sahibi de, hakkını helal etmesi için iki sene bahçesinde çalışması lazım geldiğini ve kendisine iki yıl hizmet etmesinin şart olduğunu söyleyince, Numan bin Sabit “Ahirette ceza çekmektense bu dünyada bir şahsa iki sene hizmet etmek daha iyidir” diye düşündü ve şartlarını kabul ettiğini söyledi.

   Numan bin Sabit, bir elmayı yanlışlıkla ısırdığı için elmanın sahibine iki sene hizmet etti ve adamın işinde canla başla çalıştı. İki sene dolduktan sonra adama; zamanın dolduğunu ve artık hakkını helal etmesini istediğini söyleyince, adam, “Yine helal etmiyorum, benim bir kızım var onunla evlenirsen ancak o zaman helal ederim” dedi.

   Numan bin Sabit, adamın bu şartını da kabul etti. Adam yalnız kızının kusurlu olduğunu, elinin çolak, gözünün kör, ayağının topal, başının kel, kulağının sağır olduğunu söyleyip, iyi düşünmesini ve sonra pişman olmamasını söyledi. Numan bin Sabit, “Ahirette ceza çekmekten iyidir” deyip kızla evlenmeyi de kabul etti.

   Düğün yapıldı, nikâh kıyıldı, zifaf gecesi Numan bin Sabit’e gelinin olduğu odayı gösterdiler. Numan bin Sabit, içeriye girip içerde kendisine söylenen evsafta bir kızın bulunmadığını görünce bir yanlışlık olduğunu zannederek hemen dışarı fırladı ve kayınpederine bir yanlışlık olduğunu söyledi. Çünkü içerde kayınpederinin söylediğinin aksine her a’zası yerinde genç ve güzel bir kız kendisini karşılamıştı.

   Kayınpederi bir yanlışlık olmadığını söyleyerek meseleyi şöyle anlattı: “Benim kızım kördür, daha harama bakmamıştır. Sağırdır, günah söz dinlememiştir. Topaldır gayri meşru yolda yürümemiştir...”

   Seneler geçip bu evlilikten İmam-ı Azam dünyaya geldi. Annesi İmam-ı Azam'ı hocaya okuması için teslim etti. İleride İmam-ı Azam unvanına kavuşan o zaman henüz üç yaşında bulunan Sabit. üç günde Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman annesi “Ah oğlum, baban o elmayı ısırmasa idi sen bir günde hatmedecektin” dedi.

28 Mart 2016 Pazartesi

SİHİRLİ KEMAN

   Çok eskiden, genç bir kadın, kocasını ve küçük yaştaki oğlunu terk ederek ortalıktan kaybolmuş, bir daha da ortalıkta görünmemişti. Kocası bir müddet sonra yeniden evlenmiş, çocuk da üvey anne eline düşmüştü. Vakti gelince çocuk okula başladı. Ama derslerinde hiç başarı göstermiyordu. Yaşıtları arasında en başarısızı o idi. Çocuk derslerini başaramadıkça baba ve üvey annesi tarafından aşağılanıyor, ara sıra da tartaklanıyordu. Çocuk böyle aşağılandıkça daha başarısız oluyor, başarısız oldukça da aşağılanıyordu. Bu durumda işin içinden çıkması mümkün değildi. Adı bir defa ‘’Aptal’’a çıkmıştı.
   
   Sonuçta beklenen oldu. Baba çocuğu okuldan aldı, bir ustanın yanına çırak olarak verdi. Fakat çocuk bu çıraklığında da bir varlık gösteremedi. Eli hiçbir ise yakışmıyordu. Sakarlığı, kırıp dökmesi çok göze batıyordu. Ailesi tarafından olduğu kadar çevresi tarafından da itilip kakılıyordu.
   
   İşte bu haldeki çocuğa; bir gün, yıllar önce kendisini ortada bırakıp kaçan annesinden bir mektup geldi beraberinde bir paketle. Anne, mektubunda; oğlunu çok özlediğini, hiçbir zaman aklından çıkarmadığını, kaderin kendisini öyle davranmaya ittiğini yazıyor ve bir çeşit özür diliyordu. Gönderdiği paketin içinden de bir keman çıkmıştı. Çocuk gerek mektup gerekse keman için çok sevinmişti. Annesi tarafından unutulmamış olması onu son derece mutlu etmişti.
   
   Bu başarısız çocuk, kısa zamanda kemanı çalmayı öğrendi. Hatta o kadar güzel keman çalmaya başladı ki herkes şaşırıp kaldı. Bu derece kabiliyetsiz, eli bir ise yakışmayan çocuk nasıl böylesine ustaca keman çalabilirdi? Başta, babası ve üvey annesi olmak üzere, hemen herkes gelen kemanın sihirli olduğuna inanmaya başladı. Başka türlüsü akıllarına sığmıyordu. Çocuk da giderek keman çalmada daha da ustalaşıyor, adeta kemanı konuşturuyordu. Hemen herkeste bu işin nasıl olduğunu, gizemini araştırıp öğrenme hevesi uyandı.
   
   Yakındaki bir kentte yaşayan bir bilgeye, çocuğun öyküsünü anlatıp, onun nasıl da bilinen yeteneksizliğine rağmen kusursuz keman çalabildiğini, kemanda bir sır olup olmadığını sordular. Yaşlı bilge şu açıklamada bulundu:

‘’Kemanda sandığınız gibi bir sır yoktur. Çocuk da sanıldığı gibi doğuştan kabiliyetsiz değildir. Ama başlangıçta annesi tarafından unutulduğunu sanarak okulda ve iş yaşamında bir varlık gösterememiştir. Unutulmak çok kötü bir şeydir. Bütün kabiliyetleri köreltir. Ama neden sonra çocuk annesi tarafından unutulmadığını, sevildiğini öğrenince içinde var olan kabiliyetler yeşermiştir. Sizin üzerine bunca yorumlar, yakıştırmalar yaptığınız olay bu kadar basittir.’’

25 Mart 2016 Cuma

BENİM YETİM KARDEŞİM

   Dünyamız barış, huzur, mutluluk içinde olması gerekirken birçok çocuk farklı sebeplerden annesiz, babasız hatta ailesiz kalıyor. Koskoca dünyaya, küçücük bedenleriyle göğüs germeye çalışıyorlar. Her gün bir umutla yaşıyorlar. Annelerinin, babalarının hayatta olmadıklarını bildikleri halde bir umut diyorlar. Bir an bile olsa kokularını içine çekmek, sımsıkı sarılmak onların en büyük hayali oluyor.
   
   Bir tarafta güç gösterileri yapmak, bir şeyleri ispatlamak, insanları zorbalıkla ellerinin altına almak için yapılan savaşlar, maddi istekleri için kalpleri körelmiş, merhametsiz olmuş milletler; bir tarafta da vatanını korumak, kimseler vermemek için yapılan mecburi savaşlar. Korkmuş, ne yapacaklarını pek kestiremeyen ama yüreklerinde umut besleyen milletler ve orada kalmış, bir şeyden haberi olmayan, hayatları bir anda değişen çocuklar…
   
   İş bulamamaktan bunalan, başını alıp giden veya bir iflasla maddi varlığını kaybedip sonrasında tereddüt etmeden hayatla bağını koparan anne babalar… Bakılınca iki olayda da farklı sebeplerden ötürü çocuklar yetim, öksüz kalmış. Ebeveynlerin düşünmeden bir anlık gafletle yaptıkları bu hatalar hiçbir şeyden haberi olmayan masum yavruların geleceklerine mal oluyor. Bilmezler ki hayatta en büyük varlık o çocukların gülüşleri, mutlulukları ve onların sevgileridir.
   
   Hiç ummadıkları bir anda hayatları değişen çocuklarımız… Onlar bundan sonra annelerinin önüne koyduğu yemeği sevmediği için geri çeviremeyecek. Sabah kalktığı zaman mızmızlanacak bir anneleri olmayacak. Koltukta uyuyakaldığında kucağına alıp yatağına götürecek bir babaları olmayacak. En önemlisi de tek başına kalsa dahi benim arkamda beni seven, beni koruyup kollayan bir annem, babam var diyemeyecekler.
   
   Bizlere düşen mesuliyet de büyüktür. Onların karanlık dünyalarından çekip, almalıyız. Yalnız olmadıklarını, yanlarında olduğumuzu hissettirmeliyiz. En büyük ihtiyaçları da sevgi ve güven. Çünkü anne, babalarının boşluğu onları sevgisiz, güvensiz bir hayata itti. Bu yüzden sevgimizi sonuna kadar hissettirmeli ve güvenlerini kazanmalıyız.
   
   Bazı şeylerin farkında olmalıyız. Elimizdeki şeylerin kıymetini bilip, şükretmeliyiz. Aynı zamanda da yetim olan, öksüz olan kardeşlerimizin yerine kendimizi koyup onları hissettirmeliyiz, anlamalıyız. Onların karanlık dünyalarını elimizden geldiğince aydınlatmalıyız. Belki annelerinin babalarının yerlerini tutamayız ama sığınacak bir limanları olabiliriz.

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                      


22 Mart 2016 Salı

BİLİYORUM SANA GİDEN YOLLAR KAPALI


Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi…

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri

Cemal SÜREYYA

21 Mart 2016 Pazartesi

LEYLA İLE MECNUN

   Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla'yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar. 

   Mecnun'un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla'yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun'u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ'yı tanımaz. Babası Mecnûn'u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder: 

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni 
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni." 

   Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir. 

   Bir zaman sonra âilesi, Leylâ'yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm'ı vuslatından uzak tutmayı başarır. 

   Mecnûn, çölde, Leylâ'nın evlendiğini arkadaşı Zeyd'den işitince çok üzülür. Leylâ'ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn'a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder. 

   Bir müddet sonra Mecnûn'un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. 

   Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn'u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn'u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ'nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler; 

"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez 
Cânânsuz cihân gerekmez." 

   Der, kabri kucaklayarak ölür. 

   Bir müddet sonra Mecnûn'un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: 

"Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ'dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

18 Mart 2016 Cuma

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!


   Bazı şeylerden vazgeçmek, canları uğruna en ön cephede savaşmak, her yiğidin harcı değildi. Ama Türk askerimiz, Türk yiğidimiz bizim için sadece silahlı mücadele vermekle kalmadı, onurumuz şanımız içinde en ön cephede savaştılar. Tarihimizin savaşı olan Çanakkale Savaşında.
   
   Çanakkale Savaşı o kadar destansı bir savaş oldu ki, iki yüz elli binden fazla şehit verdik. Ama topraklarımızı ne Fransızlara ne İngilizlere ne de başka devletlere verdik. ALLAH’ın birliğiyle, milletimizin beraberliğiyle kanlar vere vere savaştık. Analarımız, babalarımız, akranlarımız hatta küçücük çocuklar bu savaş da pes etmediler. Onurumuz, tarihimiz en önemlisi de gelecek nesillerimiz için Çanakkale Geçilmez dediler.
   
   Düşmanlarımızın en büyük hatası vatanımızı savunmasız sanmaları, hasta bir adam gibi görmeleriydi. Kendilerince eminlerdi bu savaşı kazanacaklarından. Fakat farkında olmadıkları bir şey vardı, vatan bizim için sıradan, vazgeçilir değildi. Vatan bizim için kanımızın son damlasına kadar savaşacağımız, milyonlarca şehit vereceğimiz kadar kutsaldı.
   
   Atalarımız vatan uğruna gözü kapalı savaştılar. Bunun en güzel ispatı da Seyid Ali Çavuş oldu. Çanakkale’de ki deniz savaşları sırasında Morto Koyu ile Seddü-l Bahir tepeleri bombardıman altındaydı. Şehitlik mertebesini arzu edercesine, kaçmak yerine orda son nefeslerini verene kadar savaştılar. İngiliz gemisinden atılan bomba Morta Koyu sırtlarında bir topçu birliğimizi darmaduman etti. Tek kurtulan kişi Seyid Ali Çavuş oldu. Çavuş karşılaştığı manzaradan duyduğu ızdırap ile inanılması güç olan, yüzyıllar boyunca unutulmayacak mucizevi bir olaya sebep oldu. Üç kişinin zar zor taşıyabileceği iki yüz elli yedi kiloluk bombayı tek başına sırtlanıp topun namlusuna koydu ve ateşledi. Bomba Quenn Elizabeth gemisinin bacasından girerek ortadan ikiye ayrıldı ve Çanakkale boğazının kanlı sularına battı. O günün akşamı Seyid Ali Çavuş Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanından ödül olarak Onbaşı rütbesini aldı. Bizim gönüllerimizde ise taht kurdu.
   
   Çanakkale Savaşları hiçbir zaman ne hafızalardan ne de kalplerden silinmeyecek. Yüzyıllar geçilse bile üzerinden, andığımız zaman tüylerimiz diken diken, kalplerimiz hüzünlü lakin onlara karşı sevgi, saygı ile dolu olacak. Atalarımız zorluklarla, kanlar döke döke bizlere teslim ettikleri bu vatanı layıkıyla koruyacak, üstümüze düşen görevleri de yapacağız.

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                     

     

16 Mart 2016 Çarşamba

BEN SANA MECBURUM


Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

 Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.

Atilla İLHAN


14 Mart 2016 Pazartesi

İSTANBUL


   Boğazıyla, deniziyle, 7 tepesiyle canım İstanbul. Sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın gözdesi İstanbul her yönden zengin ve muhteşem bir şehir. İki kıtayı birleştiren, tarihte en önemli olaylara sahne olmuş, paylaşılmayan medeniyetler diyarı İstanbul. Peygamber Efendimizin müjdelediği büyük komutan Fatih Sultan Mehmet’in fethetmesiyle Türk milletinin en kıymetlilerinden birincisi olmuştur.
   
   İstanbul, doğal yönden de zengin bir şehir. İklimi, boğazı, yeşillikleri görenleri hayran bırakıyor. Dört mevsimin bir arada yaşandığı, dünya ticaretinde ulaşımında önemli bir boğaza sahip olması, büyük bir betonlaşmaya rağmen oksijen kaynakları, ormanları İstanbul’u daha değerli kılıyor. Yalnız bu doğal zenginlikleri korumak her şeyden önemli. Çünkü göçten kaynaklanan nüfus yoğunluğu bu güzellik ve zenginlikleri tahribata uğratıyor.
   
   Hem ekonomimiz hem de doğal zenginliğimiz için önemli olan boğazımızı temiz tutup tüm tehlikelerden korumak için gerekli tedbirleri almalıyız. Her birimiz her bir kişiyi uyarıp denize çöp atmamak için uyarmalıyız.
   
   Az miktarda kalmış olan yeşillik ve ormanlarımızı korumalı insanları bu yönde bilinçlendirmeliyiz. Çünkü İstanbul’da bu kadar hızlı bir betonlaşma varken elimizde kalan ormanları korumalı hatta bu yeşil alanları artırmalıyız. Her projenin içinde muhakkak yeşil alan olmasına dikkat etmeliyiz. Çünkü İstanbul’un ciğerleri olan ormanlar bizim en büyük servetimiz.
   
   Halk sağlığını tehdit eden böcek ve haşerelerle mücadelede mümkün olduğunca biyolojik ilaçlar kullanmalı, kimyasallardan uzak durmalıyız. Çünkü böcekleri öldürelim derken faydalı organizmaları da yok etmiş oluruz.
   
   İstanbul’da ki yoğun nüfus, hızlı şehirleşme hava ve ses kirliliğine de sebep olmakta. Halkımızı televizyon, basın yoluyla uyarıp bilinçlendirmeliyiz. Mümkün olduğunca toplu taşıma araçları kullanmalı, yakıt olarak doğal gazı yaygınlaştırmalıyız.
   
   Bunları yaptığımız takdirde İstanbul'u korur ve daha güzel, yaşanabilecek bir şehir olmasını sağlarız. Yaşandığımız yere sahip çıkıp korumak demek kendimize ve tüm dünyaya sahip çıkmak demektir.

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                      

2 Mart 2016 Çarşamba

GERİ DÖNME İMKANIN OLSAYDI NE YAPARDIN?

   Hiç uçağa bindin mi? Şimdi bir uçağa bindiğini düşün… Eve dönüyorsun. Havaalanında sevdiklerin bekliyor. Çok özlediğin sevenlerin: annen, baban, kardeşlerin, deden, ninen, akrabaların, arkadaşların, öğretmenlerin… Onlara kavuşmana bir saat varken bir anons duydun:
   
   ‘’Sayın yolcular şimdi sakin olmaya çalışın. Yaklaşık bir saatlik yolumuz var. Ama sadece 20 dakikalık yakıtımız kaldı. 20 dakika sonra uçak düşecek…
   
   Şimdi size birer kağıt dağıtılacak. Geride kalan sevdiklerinize ne yazmak istiyorsanız yazın. Biz bu kağıtları bir kutuya koyacağız. Umarız ki kağıtlar yazdığınız kimselere ulaşır.’’
   
   Kağıtlar dağıtıldı, 18 dakikan kaldı. Bir daha hiç göremeyeceğin sevdiklerine ne yazardın? Şimdi bütün duygu ve düşüncelerini serbest bırakarak yazmaya başla…
   
   15 dakikan kaldı. Hani akşam olur eve gelirsin. Annen seniz bekler. Biraz geç kalsan merak eder. O günde bekleyecek, sen gelmeyeceksin. Geç kaldığında balkona çıkar yola bakar, bahçe kapısına çıkar seni bekler, gelmezsin. Komşuların çocukları gelir, senin okulundaki öğrenciler bir bir gelip evlerine girerler… Sen gelmezsin… Saat 20 olur. 23 olur. Yine gelmezsin. Annen umutsuzca balkonun kapısını kapatıp eve girer. Odana gider, kitaplarına dokunur, elbiselerini koklar.
   
   Anneni öyle bırakmaya dayanır mıydın? Ya babanı?
   
   10 dakikan kaldı. Neler yazardın annene, babana? Onları bırakır mıydın? Azarlar mıydın? Onlara bağırır mıydın?
  
   Karneler dağıtıldığında baban ellerinde karne olan sınıf arkadaşlarına nasıl sarılırdı değil mi? Yavrumun sende kokusu vardır diye… Ya da okul önüne gider. Seni bekler, herkes çıkar. En son öğrenciye kadar bekler. Sen de çıkıp gelirsin diye. Ama sen gelmezsin, gelmeyeceksin ve baban umutsuzca oturur oraya. Dizlerinin bağı tutmaz… Öylece bırakır mıydın babanı?
   
   7 dakikan kaldı. Bir akşam yemek hazırlanır. Annen her zamanki gibi senin tabağına da koyar. 

   Kardeşin çok masumca ‘’Ama anne bu ablamın/ağabeyimin tabağıydı.’’ der. Lokmalar düğüm düğüm olur. Birer birer sessizce kalkarlar sofradan.
   
   5 dakikan kaldı. 5 dakika sonra sen yoksun. Havaalanında bekleyenler ‘’Uçak düştü.’’ haberini duyduklarında ne yaparlardı? Kesinlikle annen yığılırdı oraya değil mi?
   
   3 dakika kala pilot dedi ki: ‘’Son cümlelerinizi yazın.’’
   
   Sen ölünce biri size gelecek. Zile basacak. Mektubu ailene verecek. Feryat edecekler. Sen yerine mektubun gelmiş. Ne yazardın o mektubunda?
   
   Baban işe gittiğinde gömleğinin cebine koyduğu mektubu alıp okuyacak. Tam da kalbinin üstüne gelen cebinden çıkarıp okumaya başlayacak. ‘’Canım babacığım’’ gözyaşları pıtır pıtır damlayacak mektubuna… Dayanır mıydın?
   
   Ya da köyde baban tarlaya gidecek. İkindiye doğru sırtını bir ağaca dayayıp oturacak. Mektubunu çıkaracak. Nasırlı elleriyle okşayacak. Belki okuyamayacak hıçkırarak ağlamaktan…
   
   Tabutunun arkasından minik ellerini kaldırıp sana dua eden kardeşlerini döver miydin?
   
   Bir dakika kala kağıtlar toplanmaya başladı. Öperdin, okşardın değil mi o kağıdı verirken? Belki de daha yazacak çok şeyin olduğu için vermek istemezdin…
   
   30 saniyen kaldı. Okulunu düşün. Arkadaşların senin sırana çiçek koyarlar. Öğretmenin gelip kürsüye oturur. Hiçbir şey diyemez, derse başlayamaz. Seni beklerler gelmezsin. Bu sırada kapı açılır, tüm arkadaşların sen geldin diye bakarlar. Nöbetçi öğrenci gelir, sen gelmezsin. Müdür Yardımcısı gelir sen yine gelmezsin. Arkadaşların birlikte yaşadığınız günleri hayal ederler… Şimdiden çok özlerler, sen yine gelmezsin.
   
   Sahi seni çok seven arkadaşlarını arkanda gözü yaşlı bırakır mıydın? Öğretmenlerine kızar mıydın? Senin için uğraşan, didinen, çırpınan, seni yetiştirmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan öğretmenlerine… Evine giderken bile seni yüreğinde taşıyan, seni düşünen öğretmenlerine…
   
   Ya dersler? Onlardan nefret eder miydin? Senin beynine girip onu daha iyi çalıştırmaktan başka niyeti olmayan matematiğe, sevdiklerine sevgini daha iyi anlatabilmen için gözlerini bekleyen Türkçe’ye, seni alıp Anadolu Lisesine, üniversiteye götürmekten başka bir niyeti olmayan tüm derslere kızar mıydın, onları ihmal eder miydin?
   
   20 saniyen kaldı. Annen hala balkonda seni bekliyor, baban okulun önünde seni arıyor, kardeşin 

   ‘’Ağabeyim bugün gelecek mi?’’ diye soruyor, arkadaşların maç yapacaklar, seni bekliyorlar…
   
   10 saniyen kaldı. 9… 8… 7…
   
   Sahi geri dönme imkanın olsaydı ne yapardın?
   
   Bugüne kadar yaptıklarının aynısını mı? Yoksa hayatını yeniden mi gözden geçirirdin?
   
   5 saniyen kaldı. 4… 3… 2…
   
   Ve bir anons daha duydun:
   
   ‘’Sayın yolcular müjde. Sadece yakıt ibresi bozulmuş. Yakıtımız tam. Uçağımız sağlıklı bir şekilde uçuyor. Yaklaşık 40 dakika sonra havaalanında olacağız.’’
   
   Açın gözlerinizi.
   
   Sınıfın neredeyse tamamı ağlıyordu. Bir süre hiç konuşmadan sessizce bekledim. Bazı öğrenciler başını sıra arkadaşının omzuna koyuyor, bazıları birbirlerine sarılıyordu. Öyle masumlardı ki…
   
   ‘’Canım benim, kurban olurum senin gözyaşlarına. Bunlar senin en gerçek, en samimi, en katıksız duyguların. Bu muhteşem sevgini ailene göstermek için neyi bekliyorsun? Ölmelerini mi? Annesini ya da babasını kaybedenlerin neler hissettiğini biliyor musun?
   
   Sevgini göstermek için daha fazla bekleme!
   
   Bugün eve bir başka git. Kapıdan içeri girerken şimdiki duygunu yüklen. Annenle babanı gördüğünde onların ölümden önceki son günleri olduğunu düşünerek yaklaş onlara. Sanki yarın yanında olmayacaklar gibi davran. Sen de biliyorsun ki annenle baban seni çok seviyorlar. Belki sevgilerini nasıl göstereceklerini bilmiyorlar, çünkü bunu onlara gösteren olmadı ki… Evet evet olmadı. Anne babanın sevgisi bir dağın altındaki maden gibidir. Çıkarılmayı bekler. Çıkmasa da değerlidir. Tabii ki çıkarılırsa daha iyi olur. Onların sana adım atmasını beklemeden sen onlara bir sevgi ve bir saygı adımı at olur mu? En kısa zamanda ailelerinizi toplayıp onlara da size olan sevgilerini nasıl belli edecekleri konusunda konuşma yapacağım.’’

                                                                                                         (Alişan KAPAKLIKAYA)

29 Şubat 2016 Pazartesi

ORİGAMİ


   Origami Japonca ‘ori’ (katlamak), ‘gami’ (kağıt) birleşiminden meydana gelmiş kağıt katlama sanatıdır. Bu sanatı genellikle kare kağıtları kesmeden ve yapıştırmadan sadece katlayarak çeşitli canlı veya cansız figürler oluşturarak yapılmaktadır. Dikdörtgen kağıtlardan hatta kağıt paralardan da yapılan bir çok çeşit vardır. 
   
   Turna kuşu, Japon kültüründe önemli bir yere sahiptir. Aynı önem origami turna için de geçerlidir. 1.000 adet turna kuşu yapanın uzun ve iyi bir yaşam süreceğine inanılır. Turna kuşunun günümüzde popüler olmasının nedeni Sadako Sasaki isimli 11 yaşındaki bir kız çocuğudur. 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima'ya atılan nükleer bomba nedeniyle Lösemi hastası olan bu küçük kız, iyileşme umuduyla turna kuşu yapmaya başlar. Ama 664. turnasını bitirdikten sonra hayata veda eder. Onun anısına bombanın atılışının her yıl dönümü 6 Ağustos'ta Japonya ve dünyadan çocuklar evrensel barış adına turna kuşu yapıp, Sadako'nun Hiroşima'daki anıtına gönderirler.
   
   Ben de bu sanatla bir buçuk senedir uğraşıyorum. Başlama hikayem bir can sıkıntısı ile olmuştu. Yaz tatili ve can sıkıntısından ne yapacağımı bilmiyordum. İnternetten ne ile uğraşabilirim diye bakınıyordum. Kitap okuyun, gezin, oyun oynayın gibi klasik şeyler karşıma çıkıyordu. Bakınırken birden kuzenlerimin kağıttan değişik şekiller, figürler yaptığı aklıma geldi. Hemen araştırmaya koyuldum. Karşıma kağıttan yapılmış bir sürü güzel figür çıktı. Ben de bunlardan yapabilirim diyerek kendime inandım ve yapmaya koyuldum. Aldım önüme A4 kağıtlarını, başladım yapılışını izlemeye. Yaparken başta zorlandım ama sonradan elim alıştı. Aradan iki hafta geçti ve elimde çok hoş bir beyaz kuğum oldu. Zamanla birçok şey yaptım. Yaptıklarımın arasında kar tanesi, balıklar, çiçekler, yılanlar, müzikal aletler ve daha birçok şey. Origami için en büyük hayalimde bir sürü güzel eser yapıp dünyaya sergilemek...

Kendi Yaptığım Birkaç Origami

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL