28 Mart 2016 Pazartesi

SİHİRLİ KEMAN

   Çok eskiden, genç bir kadın, kocasını ve küçük yaştaki oğlunu terk ederek ortalıktan kaybolmuş, bir daha da ortalıkta görünmemişti. Kocası bir müddet sonra yeniden evlenmiş, çocuk da üvey anne eline düşmüştü. Vakti gelince çocuk okula başladı. Ama derslerinde hiç başarı göstermiyordu. Yaşıtları arasında en başarısızı o idi. Çocuk derslerini başaramadıkça baba ve üvey annesi tarafından aşağılanıyor, ara sıra da tartaklanıyordu. Çocuk böyle aşağılandıkça daha başarısız oluyor, başarısız oldukça da aşağılanıyordu. Bu durumda işin içinden çıkması mümkün değildi. Adı bir defa ‘’Aptal’’a çıkmıştı.
   
   Sonuçta beklenen oldu. Baba çocuğu okuldan aldı, bir ustanın yanına çırak olarak verdi. Fakat çocuk bu çıraklığında da bir varlık gösteremedi. Eli hiçbir ise yakışmıyordu. Sakarlığı, kırıp dökmesi çok göze batıyordu. Ailesi tarafından olduğu kadar çevresi tarafından da itilip kakılıyordu.
   
   İşte bu haldeki çocuğa; bir gün, yıllar önce kendisini ortada bırakıp kaçan annesinden bir mektup geldi beraberinde bir paketle. Anne, mektubunda; oğlunu çok özlediğini, hiçbir zaman aklından çıkarmadığını, kaderin kendisini öyle davranmaya ittiğini yazıyor ve bir çeşit özür diliyordu. Gönderdiği paketin içinden de bir keman çıkmıştı. Çocuk gerek mektup gerekse keman için çok sevinmişti. Annesi tarafından unutulmamış olması onu son derece mutlu etmişti.
   
   Bu başarısız çocuk, kısa zamanda kemanı çalmayı öğrendi. Hatta o kadar güzel keman çalmaya başladı ki herkes şaşırıp kaldı. Bu derece kabiliyetsiz, eli bir ise yakışmayan çocuk nasıl böylesine ustaca keman çalabilirdi? Başta, babası ve üvey annesi olmak üzere, hemen herkes gelen kemanın sihirli olduğuna inanmaya başladı. Başka türlüsü akıllarına sığmıyordu. Çocuk da giderek keman çalmada daha da ustalaşıyor, adeta kemanı konuşturuyordu. Hemen herkeste bu işin nasıl olduğunu, gizemini araştırıp öğrenme hevesi uyandı.
   
   Yakındaki bir kentte yaşayan bir bilgeye, çocuğun öyküsünü anlatıp, onun nasıl da bilinen yeteneksizliğine rağmen kusursuz keman çalabildiğini, kemanda bir sır olup olmadığını sordular. Yaşlı bilge şu açıklamada bulundu:

‘’Kemanda sandığınız gibi bir sır yoktur. Çocuk da sanıldığı gibi doğuştan kabiliyetsiz değildir. Ama başlangıçta annesi tarafından unutulduğunu sanarak okulda ve iş yaşamında bir varlık gösterememiştir. Unutulmak çok kötü bir şeydir. Bütün kabiliyetleri köreltir. Ama neden sonra çocuk annesi tarafından unutulmadığını, sevildiğini öğrenince içinde var olan kabiliyetler yeşermiştir. Sizin üzerine bunca yorumlar, yakıştırmalar yaptığınız olay bu kadar basittir.’’

25 Mart 2016 Cuma

BENİM YETİM KARDEŞİM

   Dünyamız barış, huzur, mutluluk içinde olması gerekirken birçok çocuk farklı sebeplerden annesiz, babasız hatta ailesiz kalıyor. Koskoca dünyaya, küçücük bedenleriyle göğüs germeye çalışıyorlar. Her gün bir umutla yaşıyorlar. Annelerinin, babalarının hayatta olmadıklarını bildikleri halde bir umut diyorlar. Bir an bile olsa kokularını içine çekmek, sımsıkı sarılmak onların en büyük hayali oluyor.
   
   Bir tarafta güç gösterileri yapmak, bir şeyleri ispatlamak, insanları zorbalıkla ellerinin altına almak için yapılan savaşlar, maddi istekleri için kalpleri körelmiş, merhametsiz olmuş milletler; bir tarafta da vatanını korumak, kimseler vermemek için yapılan mecburi savaşlar. Korkmuş, ne yapacaklarını pek kestiremeyen ama yüreklerinde umut besleyen milletler ve orada kalmış, bir şeyden haberi olmayan, hayatları bir anda değişen çocuklar…
   
   İş bulamamaktan bunalan, başını alıp giden veya bir iflasla maddi varlığını kaybedip sonrasında tereddüt etmeden hayatla bağını koparan anne babalar… Bakılınca iki olayda da farklı sebeplerden ötürü çocuklar yetim, öksüz kalmış. Ebeveynlerin düşünmeden bir anlık gafletle yaptıkları bu hatalar hiçbir şeyden haberi olmayan masum yavruların geleceklerine mal oluyor. Bilmezler ki hayatta en büyük varlık o çocukların gülüşleri, mutlulukları ve onların sevgileridir.
   
   Hiç ummadıkları bir anda hayatları değişen çocuklarımız… Onlar bundan sonra annelerinin önüne koyduğu yemeği sevmediği için geri çeviremeyecek. Sabah kalktığı zaman mızmızlanacak bir anneleri olmayacak. Koltukta uyuyakaldığında kucağına alıp yatağına götürecek bir babaları olmayacak. En önemlisi de tek başına kalsa dahi benim arkamda beni seven, beni koruyup kollayan bir annem, babam var diyemeyecekler.
   
   Bizlere düşen mesuliyet de büyüktür. Onların karanlık dünyalarından çekip, almalıyız. Yalnız olmadıklarını, yanlarında olduğumuzu hissettirmeliyiz. En büyük ihtiyaçları da sevgi ve güven. Çünkü anne, babalarının boşluğu onları sevgisiz, güvensiz bir hayata itti. Bu yüzden sevgimizi sonuna kadar hissettirmeli ve güvenlerini kazanmalıyız.
   
   Bazı şeylerin farkında olmalıyız. Elimizdeki şeylerin kıymetini bilip, şükretmeliyiz. Aynı zamanda da yetim olan, öksüz olan kardeşlerimizin yerine kendimizi koyup onları hissettirmeliyiz, anlamalıyız. Onların karanlık dünyalarını elimizden geldiğince aydınlatmalıyız. Belki annelerinin babalarının yerlerini tutamayız ama sığınacak bir limanları olabiliriz.

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                      


22 Mart 2016 Salı

BİLİYORUM SANA GİDEN YOLLAR KAPALI


Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi…

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri

Cemal SÜREYYA

21 Mart 2016 Pazartesi

LEYLA İLE MECNUN

   Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla'yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar. 

   Mecnun'un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla'yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun'u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ'yı tanımaz. Babası Mecnûn'u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder: 

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni 
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni." 

   Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir. 

   Bir zaman sonra âilesi, Leylâ'yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm'ı vuslatından uzak tutmayı başarır. 

   Mecnûn, çölde, Leylâ'nın evlendiğini arkadaşı Zeyd'den işitince çok üzülür. Leylâ'ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn'a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder. 

   Bir müddet sonra Mecnûn'un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. 

   Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn'u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn'u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ'nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler; 

"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez 
Cânânsuz cihân gerekmez." 

   Der, kabri kucaklayarak ölür. 

   Bir müddet sonra Mecnûn'un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: 

"Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ'dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

18 Mart 2016 Cuma

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!


   Bazı şeylerden vazgeçmek, canları uğruna en ön cephede savaşmak, her yiğidin harcı değildi. Ama Türk askerimiz, Türk yiğidimiz bizim için sadece silahlı mücadele vermekle kalmadı, onurumuz şanımız içinde en ön cephede savaştılar. Tarihimizin savaşı olan Çanakkale Savaşında.
   
   Çanakkale Savaşı o kadar destansı bir savaş oldu ki, iki yüz elli binden fazla şehit verdik. Ama topraklarımızı ne Fransızlara ne İngilizlere ne de başka devletlere verdik. ALLAH’ın birliğiyle, milletimizin beraberliğiyle kanlar vere vere savaştık. Analarımız, babalarımız, akranlarımız hatta küçücük çocuklar bu savaş da pes etmediler. Onurumuz, tarihimiz en önemlisi de gelecek nesillerimiz için Çanakkale Geçilmez dediler.
   
   Düşmanlarımızın en büyük hatası vatanımızı savunmasız sanmaları, hasta bir adam gibi görmeleriydi. Kendilerince eminlerdi bu savaşı kazanacaklarından. Fakat farkında olmadıkları bir şey vardı, vatan bizim için sıradan, vazgeçilir değildi. Vatan bizim için kanımızın son damlasına kadar savaşacağımız, milyonlarca şehit vereceğimiz kadar kutsaldı.
   
   Atalarımız vatan uğruna gözü kapalı savaştılar. Bunun en güzel ispatı da Seyid Ali Çavuş oldu. Çanakkale’de ki deniz savaşları sırasında Morto Koyu ile Seddü-l Bahir tepeleri bombardıman altındaydı. Şehitlik mertebesini arzu edercesine, kaçmak yerine orda son nefeslerini verene kadar savaştılar. İngiliz gemisinden atılan bomba Morta Koyu sırtlarında bir topçu birliğimizi darmaduman etti. Tek kurtulan kişi Seyid Ali Çavuş oldu. Çavuş karşılaştığı manzaradan duyduğu ızdırap ile inanılması güç olan, yüzyıllar boyunca unutulmayacak mucizevi bir olaya sebep oldu. Üç kişinin zar zor taşıyabileceği iki yüz elli yedi kiloluk bombayı tek başına sırtlanıp topun namlusuna koydu ve ateşledi. Bomba Quenn Elizabeth gemisinin bacasından girerek ortadan ikiye ayrıldı ve Çanakkale boğazının kanlı sularına battı. O günün akşamı Seyid Ali Çavuş Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanından ödül olarak Onbaşı rütbesini aldı. Bizim gönüllerimizde ise taht kurdu.
   
   Çanakkale Savaşları hiçbir zaman ne hafızalardan ne de kalplerden silinmeyecek. Yüzyıllar geçilse bile üzerinden, andığımız zaman tüylerimiz diken diken, kalplerimiz hüzünlü lakin onlara karşı sevgi, saygı ile dolu olacak. Atalarımız zorluklarla, kanlar döke döke bizlere teslim ettikleri bu vatanı layıkıyla koruyacak, üstümüze düşen görevleri de yapacağız.

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                     

     

16 Mart 2016 Çarşamba

BEN SANA MECBURUM


Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

 Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.

Atilla İLHAN


14 Mart 2016 Pazartesi

İSTANBUL


   Boğazıyla, deniziyle, 7 tepesiyle canım İstanbul. Sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın gözdesi İstanbul her yönden zengin ve muhteşem bir şehir. İki kıtayı birleştiren, tarihte en önemli olaylara sahne olmuş, paylaşılmayan medeniyetler diyarı İstanbul. Peygamber Efendimizin müjdelediği büyük komutan Fatih Sultan Mehmet’in fethetmesiyle Türk milletinin en kıymetlilerinden birincisi olmuştur.
   
   İstanbul, doğal yönden de zengin bir şehir. İklimi, boğazı, yeşillikleri görenleri hayran bırakıyor. Dört mevsimin bir arada yaşandığı, dünya ticaretinde ulaşımında önemli bir boğaza sahip olması, büyük bir betonlaşmaya rağmen oksijen kaynakları, ormanları İstanbul’u daha değerli kılıyor. Yalnız bu doğal zenginlikleri korumak her şeyden önemli. Çünkü göçten kaynaklanan nüfus yoğunluğu bu güzellik ve zenginlikleri tahribata uğratıyor.
   
   Hem ekonomimiz hem de doğal zenginliğimiz için önemli olan boğazımızı temiz tutup tüm tehlikelerden korumak için gerekli tedbirleri almalıyız. Her birimiz her bir kişiyi uyarıp denize çöp atmamak için uyarmalıyız.
   
   Az miktarda kalmış olan yeşillik ve ormanlarımızı korumalı insanları bu yönde bilinçlendirmeliyiz. Çünkü İstanbul’da bu kadar hızlı bir betonlaşma varken elimizde kalan ormanları korumalı hatta bu yeşil alanları artırmalıyız. Her projenin içinde muhakkak yeşil alan olmasına dikkat etmeliyiz. Çünkü İstanbul’un ciğerleri olan ormanlar bizim en büyük servetimiz.
   
   Halk sağlığını tehdit eden böcek ve haşerelerle mücadelede mümkün olduğunca biyolojik ilaçlar kullanmalı, kimyasallardan uzak durmalıyız. Çünkü böcekleri öldürelim derken faydalı organizmaları da yok etmiş oluruz.
   
   İstanbul’da ki yoğun nüfus, hızlı şehirleşme hava ve ses kirliliğine de sebep olmakta. Halkımızı televizyon, basın yoluyla uyarıp bilinçlendirmeliyiz. Mümkün olduğunca toplu taşıma araçları kullanmalı, yakıt olarak doğal gazı yaygınlaştırmalıyız.
   
   Bunları yaptığımız takdirde İstanbul'u korur ve daha güzel, yaşanabilecek bir şehir olmasını sağlarız. Yaşandığımız yere sahip çıkıp korumak demek kendimize ve tüm dünyaya sahip çıkmak demektir.

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL
                                                                                                                      

2 Mart 2016 Çarşamba

GERİ DÖNME İMKANIN OLSAYDI NE YAPARDIN?

   Hiç uçağa bindin mi? Şimdi bir uçağa bindiğini düşün… Eve dönüyorsun. Havaalanında sevdiklerin bekliyor. Çok özlediğin sevenlerin: annen, baban, kardeşlerin, deden, ninen, akrabaların, arkadaşların, öğretmenlerin… Onlara kavuşmana bir saat varken bir anons duydun:
   
   ‘’Sayın yolcular şimdi sakin olmaya çalışın. Yaklaşık bir saatlik yolumuz var. Ama sadece 20 dakikalık yakıtımız kaldı. 20 dakika sonra uçak düşecek…
   
   Şimdi size birer kağıt dağıtılacak. Geride kalan sevdiklerinize ne yazmak istiyorsanız yazın. Biz bu kağıtları bir kutuya koyacağız. Umarız ki kağıtlar yazdığınız kimselere ulaşır.’’
   
   Kağıtlar dağıtıldı, 18 dakikan kaldı. Bir daha hiç göremeyeceğin sevdiklerine ne yazardın? Şimdi bütün duygu ve düşüncelerini serbest bırakarak yazmaya başla…
   
   15 dakikan kaldı. Hani akşam olur eve gelirsin. Annen seniz bekler. Biraz geç kalsan merak eder. O günde bekleyecek, sen gelmeyeceksin. Geç kaldığında balkona çıkar yola bakar, bahçe kapısına çıkar seni bekler, gelmezsin. Komşuların çocukları gelir, senin okulundaki öğrenciler bir bir gelip evlerine girerler… Sen gelmezsin… Saat 20 olur. 23 olur. Yine gelmezsin. Annen umutsuzca balkonun kapısını kapatıp eve girer. Odana gider, kitaplarına dokunur, elbiselerini koklar.
   
   Anneni öyle bırakmaya dayanır mıydın? Ya babanı?
   
   10 dakikan kaldı. Neler yazardın annene, babana? Onları bırakır mıydın? Azarlar mıydın? Onlara bağırır mıydın?
  
   Karneler dağıtıldığında baban ellerinde karne olan sınıf arkadaşlarına nasıl sarılırdı değil mi? Yavrumun sende kokusu vardır diye… Ya da okul önüne gider. Seni bekler, herkes çıkar. En son öğrenciye kadar bekler. Sen de çıkıp gelirsin diye. Ama sen gelmezsin, gelmeyeceksin ve baban umutsuzca oturur oraya. Dizlerinin bağı tutmaz… Öylece bırakır mıydın babanı?
   
   7 dakikan kaldı. Bir akşam yemek hazırlanır. Annen her zamanki gibi senin tabağına da koyar. 

   Kardeşin çok masumca ‘’Ama anne bu ablamın/ağabeyimin tabağıydı.’’ der. Lokmalar düğüm düğüm olur. Birer birer sessizce kalkarlar sofradan.
   
   5 dakikan kaldı. 5 dakika sonra sen yoksun. Havaalanında bekleyenler ‘’Uçak düştü.’’ haberini duyduklarında ne yaparlardı? Kesinlikle annen yığılırdı oraya değil mi?
   
   3 dakika kala pilot dedi ki: ‘’Son cümlelerinizi yazın.’’
   
   Sen ölünce biri size gelecek. Zile basacak. Mektubu ailene verecek. Feryat edecekler. Sen yerine mektubun gelmiş. Ne yazardın o mektubunda?
   
   Baban işe gittiğinde gömleğinin cebine koyduğu mektubu alıp okuyacak. Tam da kalbinin üstüne gelen cebinden çıkarıp okumaya başlayacak. ‘’Canım babacığım’’ gözyaşları pıtır pıtır damlayacak mektubuna… Dayanır mıydın?
   
   Ya da köyde baban tarlaya gidecek. İkindiye doğru sırtını bir ağaca dayayıp oturacak. Mektubunu çıkaracak. Nasırlı elleriyle okşayacak. Belki okuyamayacak hıçkırarak ağlamaktan…
   
   Tabutunun arkasından minik ellerini kaldırıp sana dua eden kardeşlerini döver miydin?
   
   Bir dakika kala kağıtlar toplanmaya başladı. Öperdin, okşardın değil mi o kağıdı verirken? Belki de daha yazacak çok şeyin olduğu için vermek istemezdin…
   
   30 saniyen kaldı. Okulunu düşün. Arkadaşların senin sırana çiçek koyarlar. Öğretmenin gelip kürsüye oturur. Hiçbir şey diyemez, derse başlayamaz. Seni beklerler gelmezsin. Bu sırada kapı açılır, tüm arkadaşların sen geldin diye bakarlar. Nöbetçi öğrenci gelir, sen gelmezsin. Müdür Yardımcısı gelir sen yine gelmezsin. Arkadaşların birlikte yaşadığınız günleri hayal ederler… Şimdiden çok özlerler, sen yine gelmezsin.
   
   Sahi seni çok seven arkadaşlarını arkanda gözü yaşlı bırakır mıydın? Öğretmenlerine kızar mıydın? Senin için uğraşan, didinen, çırpınan, seni yetiştirmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan öğretmenlerine… Evine giderken bile seni yüreğinde taşıyan, seni düşünen öğretmenlerine…
   
   Ya dersler? Onlardan nefret eder miydin? Senin beynine girip onu daha iyi çalıştırmaktan başka niyeti olmayan matematiğe, sevdiklerine sevgini daha iyi anlatabilmen için gözlerini bekleyen Türkçe’ye, seni alıp Anadolu Lisesine, üniversiteye götürmekten başka bir niyeti olmayan tüm derslere kızar mıydın, onları ihmal eder miydin?
   
   20 saniyen kaldı. Annen hala balkonda seni bekliyor, baban okulun önünde seni arıyor, kardeşin 

   ‘’Ağabeyim bugün gelecek mi?’’ diye soruyor, arkadaşların maç yapacaklar, seni bekliyorlar…
   
   10 saniyen kaldı. 9… 8… 7…
   
   Sahi geri dönme imkanın olsaydı ne yapardın?
   
   Bugüne kadar yaptıklarının aynısını mı? Yoksa hayatını yeniden mi gözden geçirirdin?
   
   5 saniyen kaldı. 4… 3… 2…
   
   Ve bir anons daha duydun:
   
   ‘’Sayın yolcular müjde. Sadece yakıt ibresi bozulmuş. Yakıtımız tam. Uçağımız sağlıklı bir şekilde uçuyor. Yaklaşık 40 dakika sonra havaalanında olacağız.’’
   
   Açın gözlerinizi.
   
   Sınıfın neredeyse tamamı ağlıyordu. Bir süre hiç konuşmadan sessizce bekledim. Bazı öğrenciler başını sıra arkadaşının omzuna koyuyor, bazıları birbirlerine sarılıyordu. Öyle masumlardı ki…
   
   ‘’Canım benim, kurban olurum senin gözyaşlarına. Bunlar senin en gerçek, en samimi, en katıksız duyguların. Bu muhteşem sevgini ailene göstermek için neyi bekliyorsun? Ölmelerini mi? Annesini ya da babasını kaybedenlerin neler hissettiğini biliyor musun?
   
   Sevgini göstermek için daha fazla bekleme!
   
   Bugün eve bir başka git. Kapıdan içeri girerken şimdiki duygunu yüklen. Annenle babanı gördüğünde onların ölümden önceki son günleri olduğunu düşünerek yaklaş onlara. Sanki yarın yanında olmayacaklar gibi davran. Sen de biliyorsun ki annenle baban seni çok seviyorlar. Belki sevgilerini nasıl göstereceklerini bilmiyorlar, çünkü bunu onlara gösteren olmadı ki… Evet evet olmadı. Anne babanın sevgisi bir dağın altındaki maden gibidir. Çıkarılmayı bekler. Çıkmasa da değerlidir. Tabii ki çıkarılırsa daha iyi olur. Onların sana adım atmasını beklemeden sen onlara bir sevgi ve bir saygı adımı at olur mu? En kısa zamanda ailelerinizi toplayıp onlara da size olan sevgilerini nasıl belli edecekleri konusunda konuşma yapacağım.’’

                                                                                                         (Alişan KAPAKLIKAYA)