19 Ocak 2016 Salı

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU
(1894-1973)
   
   Sivas’ın köylerinden biri olan Sivrialan da anam Gülizar ile babam Ahmet yaşamaktaydı. Yaşadıkları dönemde çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmakta idi. Bu hastalık yüzünden iki kardeşimi kaybetmişler. Diğer iki kardeşim ile de hayatlarını devam etmişler. Bir ilkbahar zamanı anam bana hamile olduğunu öğrenmiş. Bu duruma hepsi çok sevinmiş. Koyun sağma, ot biçme, tarla sürme derken zaman su gibi akıp gitmiş. 1984 sonbaharının ortalarında anam günlük işlerini yapmaya Ayıpınar merasına gitmiş. Koyun sağmaya tam başlayacakken sancısı tutmuş ve oracıkta beni dünyaya getirivermiş. Bir çaputa sarıp yürüye yürüye köyümüze dönmüş.
   
   Yedi yaşıma girdiğim vakit çiçek hastalığı yeniden yaygınlaşmıştı.
   
   Anam bana güzel bir entari dikmişti. Bende giyinir giyinmez, beni çok seven Muhsin'e kadına, entarimi göstermeye gitmiştim. Muhsin’e Hanım da beni sevmişti, kurabiyeler ikram etmişti. Dönüş yolunda ayağım kayarak çamura düşüvermiştim. Bir daha da kalkamamıştım. Çünkü bende o talihsiz hastalığa yani çiçek hastalığına yakalanmıştım. Çiçek bana zorlu gelmişti. Sol gözümde çiçek beyi çıkmıştı. Sağ gözüme de sol gözümün zorluğundan olacak, perde inmişti. O gün bugündür dünya başıma zindan.

   Bu düşmeden sonra aklıma hep bir renk işler. Kırmızı. Düşerken elimde bir sıyrık olmuştu, kanıyordu. En son onu gördüğümden aklımda kalıvermiş olacak ki yalnız kırmızı rengi hatırlıyorum.
Sağ gözümün görme şansı varmış. Çünkü o sıralar ışığı seçebiliyordum. Babam da araştırmış, ne yapabiliriz, diye. Tanıdıklar Akdağmağdeni’nde yaşayan bir tabip tavsiye etmişler ve çocuğun gözünü büyük bir olasılıkla açar demişler. Babam da çok sevinmiş.

   Ne var ki olumsuzluklar yakamı bırakmamıştı. Bir gün inek sağarken babam yanıma gelmişti. Ben de birden arkamı dönünce babamın elinde tuttuğu değneğin ucu gözüme girivermişti. O gözde akıp gidivermişti. Tüm aile bu duruma günlerce üzülmüştü, gözyaşı dökmüştü.
Ali ağabey ile Elif ablam bana çok yardımcı olmuşlardı. Beni her gün köyün içinde gezdirirlerdi. Gördüğü şeyleri anlatırlardı. Bende hayal kurmaya çalışırdım. Ne kadar uğraşsam da git gide içime kapanmaya başlamıştım.

   Bizim Sivas o zamanlar Emlek yöresi diye adlandırılırdı. Yöremizde birçok aşık ve ozan vardı. Babam şiire çok meraklıydı, tekkeyle içli dışlıydı. Babamda içime kapandığımı gördükçe üzülmüştü. Benim yaşadıklarımı birazcık da olsa unutmam için elime bir saz vermişti. Bana o zamanın halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletirdi. Beni bu şekilde avutmaya çalışmıştı. O zamanlarda ozanlar babamın evine uğrar, saz çalıp şiirler söylerlerdi. Ben de onları büyük bir merak ve zevkle dinlerdim. Molla Hüseyin de sazımı düzenler, kırılan tellerimi takardı.

   İlk saz derslerimi babamın arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan almıştım. Bu sayede kendimi iyice saza vermiştim. Çamışıhlı Ali Ağa sayesinden karanlık dünyamı aydınlatan ozanlarla tanışmıştım. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla da tanışmıştım.

   Böyle hayatıma odaklanmış iken. Ağabeyim Ali cepheye gitmişti. Ben de kırık telli sazımla yalnız kalmıştım. Harp patladıktan sonra bütün arkadaşlarım, emsallerim cepheye koşmuşlardı. Bende yine bir şeyden mahrum kalmıştım. Münzevi olan ruhumda ikinci bir inziva açılmıştı. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkıyordum. Geceleri ağaçların tepelerine çıkarak içimdeki derdimi göklere, yıldızlara, karanlıklara bırakıyordum.

   Annem ve babam seferberlik sonlarına doğru, ‘Belki biz ölürüz, ağabeyi kardeşine bakmaz.’ düşüncesiyle beni, akrabamızın kızı Esma ile evlendirmişlerdi. Esma’dan nur topu gibi bir kızım, bir de oğlum olmuştu. Oğlum daha on günlükten annesinin memesi ağzında kalarak ölmüştü. Tabi hayatımda ki talihsizlikler bunlarla kalmamıştı. 1921 yılının kış günü annemi, 18 ay sonra da babamı toprağa vermiştim.
   
   Hayatıma zorluklarla devam etmiştim. Köyde bağ, tarla işleri ile uğraşmıştım. Bu arada köye birçok aşık, ozan gelmiş idi. Karacaoğlan, Aşık Sıtkı, Aşık Veli gibi saz şairleriyle saz çalıp, söylemiştim. Köy odalarındaki bu aşık fasıllarından geri kalmamıştım.
  
   Ağabeyimin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkar tutmuştu. Bu hizmetkar ileride kalbime derin bir yaranın sebebi olacağının işaretiydi. Bir gün ben hasta evde yatarken, ağabeyimde keven toplamakta iken, eşim olan Esma’yı kandırıp kaçmışlar. Acılı hayatıma bu olayla bir acı daha eklenmiş oldu. Kucağımda körpe kızım ile kalmıştım. İki yıl kızıma bakmıştım. Ama bahtsız hayatım peşimi bırakmıyor ya kızımı kara toprak ellerimden alıvermişti.
   
   Artık bu alemden, diyardan gitmek istemiştim. 1928’de en iyi arkadaşım İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar vermiştim. Ama Deli Süleyman isminde birisi benim bu ilk seyahatimden vazgeçirmişti. Sonrada Zara’nı Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi köyüne götürmüştü. Beni orda iki üç ay kalmıştım. Beni Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman ile Sivas’lı Kalaycı Hüseyin bana yol arkadaşlığı etmişlerdi. Dönüşte Hafik’in Yalıncak köyünde ve Zara’nın Girit köyüne uğramıştık. Yolculuk sırasında 9 liraya güzel bir saz almıştım. Sivas’tan Sivrialan’a dönerken arkadaşlarım bir ‘üç kağıtçı’ grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybetmişlerdi. Arkadaşlarım da benden de para alarak kumara vermişler. Bu hadiseden sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adında bir hanımla evlenmiştim.
   
   1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları ‘Halk Şairlerini Koruma Derneği’ kurmuşlardı. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlemişlerdi. Böylece yaşamımda büyük bir dönüm noktası işlemeye başlamıştı. Ahmet Kutsi Tecer ile tanışmam hayatıma yeni bir başlangıç noktası oldu diyebilirim.

   1933’e kadar usta ozanların şiirlerini çalıp söylüyordum. Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünde Ahmet Kutsi Tecer’in direktifleriyle halk ozanları ile Cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler yazmıştık. İlk gün ışığına çıkan şiirim de ‘Atatürk’tür Türkiye’nin İhyası’ diziyle başlamaktadır. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı benim köyümden dışarı çıkmam sayesinde olmuştu.
Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, bana ait olan destanı çok beğenmişti ve Ankara’ya gönderelim, demişti. Bende ‘Ata’ya ben götürürüm.’ demiştim. İbrahim ile yayan yollara düşmüştük. Üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya varmıştık. Konuksever Hasan Efendi de kırk beş gün misafir olmuştuk. Hasan Efendi’ye buraya niye geldiğimizi söylemiştim, o da bize milletvekili Mustafa Bey’e yönlendirmişti. Mustafa Bey’in yanına hemen gitmiştik. Derdimizi anlatmıştım, o da bizi kestirip atmıştı. Hayal kırıklığına uğramıştım. Atatürk’e ne kadar destanı getirmek hevesiyle gitsem de Atatürk’e okumak kısmet olmamıştı. Ancak Hakimiyet-i Milliye basımevine gidip destanımı gazeteye vermiştik. Destan gazetede sadece üç gün boyunca yer almıştı. Bundan sonra bütün yurdu dolaşmaya, çalıp söylemeye başlamıştım. Ve herkes tarafından sevilip, sayılıyordum. Bu arada Mustafa Kemal’den ses seda olmadığından biz de köyümüze dönmeye karar vermiştik. Fakat cebimizde beş kuruşumuz dahi yoktu. Ankara’da da bir avukat ile tanışmıştık. Ondan yardım istedik. İlk belediyeye mektup yolladı, olumsuz cevap gelince valiye mektup yolladı, vali de belediyeye yönlendirdi ve yine olumsuz cevap gelince içerledi. Bize de belediyenin size verecek parası tükenmiş demişti. Dışarı çıkmıştık. Ne yapalım, ne edelim derken halkevine gitmiştik. Orada da yine bizi içeri almamışlardı. Kapının önünde dikilip kalmıştık. İçeriden bir adam gelmişti, yanındakilere bunlar tanınmış adamlar hemen alın içeri demişti. İçeriden çıkan adam bizi edebiyat şubesi müdürüne göndermişti. Çok iyi karşılamışlardı bizi. Herkesi çağırmışlardı, halk şiirleri var dinleyin demişlerdi. Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey de vardı. Bize ‘Bunlar fakir adamlar. Bunlara üst baş alalım. Halkevinde bir konser versinler.’ demişlerdi. Hakikaten bize, birer takım elbise almışlardı. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser vermiştik. Konserden sonra cebimize de para koymuşlardı. Ankara’dan köyümüze o parayla dönmüştük.
   
   Plağa okuduğum ilk türkü Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Aşık İzzeti’nin şiirdir.
   
   Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapmıştım. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıya tanışma olanağı bulmuştum ve şiirlerimi iyiden iyiye geliştirmiştim.

   1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla bana ‘Anadilimize ve milli birliğimize  yaptığı hizmetlerden ötürü’ 500 lira aylık bağlanmıştı.


   21 Mart 1973 günü, sabaha karsı saat 3.30’da doğduğum köy olan Sivrialan'da, şimdi adıma müze olarak düzenlenen evimde yaşama gözlerimi yumdum. 

   Aşık Veysel’in hayatını kendi ağzından yazmış gibi sunmak istedim sizlere. Böyle daha samimi olacağının kanaatindeyim. Onun hayatını seçtim. Çünkü insanlar onun hayatını okuyup bir şeylerin farkına varmalarını istedim. İster elimiz kolumuz olmasın, ister gözümüz görmesin, ister aklımız ermesin. Ne olursak olalım hayatımızı en güzel şekilde biçimlendirmeliyiz, hiçbir zamanda pes etmemeliyiz. Ve bunun şahsımca en güzel örneği Aşık Veysel Şatıroğlu. Son olarak sizlere bir şiirini sunmak istiyorum;

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece

Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel hep bu hale
Gah ağlaya gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece

                                                                                                       Neslihan Zehra KARABUL