AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU (1894-1973) |
Yedi yaşıma girdiğim vakit çiçek hastalığı yeniden
yaygınlaşmıştı.
Anam bana güzel bir entari dikmişti. Bende giyinir giyinmez,
beni çok seven Muhsin'e kadına, entarimi göstermeye gitmiştim. Muhsin’e Hanım
da beni sevmişti, kurabiyeler ikram etmişti. Dönüş yolunda ayağım kayarak
çamura düşüvermiştim. Bir daha da kalkamamıştım. Çünkü bende o talihsiz
hastalığa yani çiçek hastalığına yakalanmıştım. Çiçek bana zorlu gelmişti. Sol
gözümde çiçek beyi çıkmıştı. Sağ gözüme de sol gözümün zorluğundan olacak,
perde inmişti. O gün bugündür dünya başıma zindan.
Bu düşmeden sonra aklıma hep bir renk işler. Kırmızı.
Düşerken elimde bir sıyrık olmuştu, kanıyordu. En son onu gördüğümden aklımda
kalıvermiş olacak ki yalnız kırmızı rengi hatırlıyorum.
Sağ gözümün görme şansı varmış. Çünkü o sıralar ışığı
seçebiliyordum. Babam da araştırmış, ne yapabiliriz, diye. Tanıdıklar
Akdağmağdeni’nde yaşayan bir tabip tavsiye etmişler ve çocuğun gözünü büyük bir
olasılıkla açar demişler. Babam da çok sevinmiş.
Ne var ki olumsuzluklar yakamı bırakmamıştı. Bir gün inek
sağarken babam yanıma gelmişti. Ben de birden arkamı dönünce babamın elinde
tuttuğu değneğin ucu gözüme girivermişti. O gözde akıp gidivermişti. Tüm aile
bu duruma günlerce üzülmüştü, gözyaşı dökmüştü.
Ali ağabey ile Elif ablam bana çok yardımcı olmuşlardı. Beni
her gün köyün içinde gezdirirlerdi. Gördüğü şeyleri anlatırlardı. Bende hayal
kurmaya çalışırdım. Ne kadar uğraşsam da git gide içime kapanmaya başlamıştım.
Bizim Sivas o zamanlar Emlek yöresi diye adlandırılırdı.
Yöremizde birçok aşık ve ozan vardı. Babam şiire çok meraklıydı, tekkeyle içli
dışlıydı. Babamda içime kapandığımı gördükçe üzülmüştü. Benim yaşadıklarımı
birazcık da olsa unutmam için elime bir saz vermişti. Bana o zamanın halk
ozanlarından şiirler okuyup, ezberletirdi. Beni bu şekilde avutmaya çalışmıştı.
O zamanlarda ozanlar babamın evine uğrar, saz çalıp şiirler söylerlerdi. Ben de
onları büyük bir merak ve zevkle dinlerdim. Molla Hüseyin de sazımı düzenler,
kırılan tellerimi takardı.
İlk saz derslerimi babamın arkadaşı olan Divriği’nin
köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan almıştım. Bu sayede kendimi iyice saza
vermiştim. Çamışıhlı Ali Ağa sayesinden karanlık dünyamı aydınlatan ozanlarla
tanışmıştım. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların
dünyalarıyla da tanışmıştım.
Böyle hayatıma odaklanmış iken. Ağabeyim Ali cepheye
gitmişti. Ben de kırık telli sazımla yalnız kalmıştım. Harp patladıktan sonra
bütün arkadaşlarım, emsallerim cepheye koşmuşlardı. Bende yine bir şeyden
mahrum kalmıştım. Münzevi olan ruhumda ikinci bir inziva açılmıştı. Artık küçük
bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkıyordum. Geceleri ağaçların
tepelerine çıkarak içimdeki derdimi göklere, yıldızlara, karanlıklara
bırakıyordum.
Annem ve babam seferberlik sonlarına doğru, ‘Belki biz
ölürüz, ağabeyi kardeşine bakmaz.’ düşüncesiyle beni, akrabamızın kızı Esma ile
evlendirmişlerdi. Esma’dan nur topu gibi bir kızım, bir de oğlum olmuştu. Oğlum
daha on günlükten annesinin memesi ağzında kalarak ölmüştü. Tabi hayatımda ki
talihsizlikler bunlarla kalmamıştı. 1921 yılının kış günü annemi, 18 ay sonra
da babamı toprağa vermiştim.
Hayatıma zorluklarla devam etmiştim. Köyde bağ, tarla işleri
ile uğraşmıştım. Bu arada köye birçok aşık, ozan gelmiş idi. Karacaoğlan, Aşık
Sıtkı, Aşık Veli gibi saz şairleriyle saz çalıp, söylemiştim. Köy odalarındaki
bu aşık fasıllarından geri kalmamıştım.
Ağabeyimin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere
bakması için bir hizmetkar tutmuştu. Bu hizmetkar ileride kalbime derin bir
yaranın sebebi olacağının işaretiydi. Bir gün ben hasta evde yatarken, ağabeyimde
keven toplamakta iken, eşim olan Esma’yı kandırıp kaçmışlar. Acılı hayatıma bu
olayla bir acı daha eklenmiş oldu. Kucağımda körpe kızım ile kalmıştım. İki yıl
kızıma bakmıştım. Ama bahtsız hayatım peşimi
bırakmıyor ya kızımı kara toprak ellerimden alıvermişti.
Artık bu alemden, diyardan gitmek istemiştim. 1928’de en iyi
arkadaşım İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar vermiştim. Ama Deli Süleyman
isminde birisi benim bu ilk seyahatimden vazgeçirmişti. Sonrada Zara’nı Barzan
Baleni köyünden Kasım adında birisi köyüne götürmüştü. Beni orda iki üç ay
kalmıştım. Beni Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman ile Sivas’lı Kalaycı Hüseyin
bana yol arkadaşlığı etmişlerdi. Dönüşte Hafik’in Yalıncak köyünde ve Zara’nın
Girit köyüne uğramıştık. Yolculuk sırasında 9 liraya güzel bir saz almıştım.
Sivas’tan Sivrialan’a dönerken arkadaşlarım bir ‘üç kağıtçı’ grubuna
yakalanarak bütün paralarını kaybetmişlerdi. Arkadaşlarım da benden de para
alarak kumara vermişler. Bu hadiseden sonra Hafik’in Karayaprak köyünden
Gülizar adında bir hanımla evlenmiştim.
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet
Kutsi Tecer ve arkadaşları ‘Halk Şairlerini Koruma Derneği’ kurmuşlardı. Ve 5
Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlemişlerdi.
Böylece yaşamımda büyük bir dönüm noktası işlemeye başlamıştı. Ahmet Kutsi
Tecer ile tanışmam hayatıma yeni bir başlangıç noktası oldu diyebilirim.
1933’e kadar usta ozanların şiirlerini çalıp söylüyordum.
Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünde Ahmet Kutsi Tecer’in direktifleriyle halk
ozanları ile Cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler yazmıştık. İlk
gün ışığına çıkan şiirim de ‘Atatürk’tür Türkiye’nin İhyası’ diziyle
başlamaktadır. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı benim köyümden dışarı çıkmam
sayesinde olmuştu.
Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali
Rıza Bey, bana ait olan destanı çok beğenmişti ve Ankara’ya gönderelim,
demişti. Bende ‘Ata’ya ben götürürüm.’ demiştim. İbrahim ile yayan yollara
düşmüştük. Üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya varmıştık. Konuksever Hasan Efendi de
kırk beş gün misafir olmuştuk. Hasan Efendi’ye buraya niye geldiğimizi
söylemiştim, o da bize milletvekili Mustafa Bey’e yönlendirmişti. Mustafa Bey’in
yanına hemen gitmiştik. Derdimizi anlatmıştım, o da bizi kestirip atmıştı. Hayal
kırıklığına uğramıştım. Atatürk’e ne kadar destanı getirmek hevesiyle gitsem de
Atatürk’e okumak kısmet olmamıştı. Ancak Hakimiyet-i Milliye basımevine gidip
destanımı gazeteye vermiştik. Destan gazetede sadece üç gün boyunca yer
almıştı. Bundan sonra bütün yurdu dolaşmaya, çalıp söylemeye başlamıştım. Ve
herkes tarafından sevilip, sayılıyordum. Bu arada Mustafa Kemal’den ses seda
olmadığından biz de köyümüze dönmeye karar vermiştik. Fakat cebimizde beş
kuruşumuz dahi yoktu. Ankara’da da bir avukat ile tanışmıştık. Ondan yardım
istedik. İlk belediyeye mektup yolladı, olumsuz cevap gelince valiye mektup
yolladı, vali de belediyeye yönlendirdi ve yine olumsuz cevap gelince içerledi.
Bize de belediyenin size verecek parası tükenmiş demişti. Dışarı çıkmıştık. Ne
yapalım, ne edelim derken halkevine gitmiştik. Orada da yine bizi içeri
almamışlardı. Kapının önünde dikilip kalmıştık. İçeriden bir adam gelmişti,
yanındakilere bunlar tanınmış adamlar hemen alın içeri demişti. İçeriden çıkan
adam bizi edebiyat şubesi müdürüne göndermişti. Çok iyi karşılamışlardı bizi.
Herkesi çağırmışlardı, halk şiirleri var dinleyin demişlerdi. Eski
milletvekillerinden Necib Ali Bey de vardı. Bize ‘Bunlar fakir adamlar. Bunlara
üst baş alalım. Halkevinde bir konser versinler.’ demişlerdi. Hakikaten bize,
birer takım elbise almışlardı. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir
konser vermiştik. Konserden sonra cebimize de para koymuşlardı. Ankara’dan
köyümüze o parayla dönmüştük.
Plağa okuduğum ilk türkü Emlek yöresinin ünlü ozanlarından
Aşık İzzeti’nin şiirdir.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi
Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu,
Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapmıştım. Bu
okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıya
tanışma olanağı bulmuştum ve şiirlerimi iyiden iyiye geliştirmiştim.
1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla
bana ‘Anadilimize ve milli birliğimize
yaptığı hizmetlerden ötürü’ 500 lira aylık bağlanmıştı.
21 Mart 1973 günü, sabaha karsı saat 3.30’da doğduğum köy
olan Sivrialan'da, şimdi adıma müze olarak düzenlenen evimde yaşama gözlerimi yumdum.
Aşık Veysel’in hayatını kendi ağzından yazmış gibi sunmak
istedim sizlere. Böyle daha samimi olacağının kanaatindeyim. Onun hayatını
seçtim. Çünkü insanlar onun hayatını okuyup bir şeylerin farkına varmalarını
istedim. İster elimiz kolumuz olmasın, ister gözümüz görmesin, ister aklımız
ermesin. Ne olursak olalım hayatımızı en güzel şekilde biçimlendirmeliyiz, hiçbir zamanda pes etmemeliyiz. Ve
bunun şahsımca en güzel örneği Aşık Veysel Şatıroğlu. Son olarak sizlere bir şiirini sunmak istiyorum;
Uzun ince bir
yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece
Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel hep bu hale
Gah ağlaya gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece
Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel hep bu hale
Gah ağlaya gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece
Neslihan Zehra KARABUL